Sen Kendini Tanımadığından Neşelenemedin, Huzura Kavuşamadın!

İnsanın gelişim ve olgunlaşma yolundaki en önemli aşama, kişinin kendisini bilmesidir. Kendini bilmeyen, olgunluğu tadamaz, gelişimini hiçbir zaman tamamlayamaz. Bir çok şey başarsa da asıl dünyaya geliş amacını gerçekleştiremediğinden bir kazancı olmaz.
Kendini bilmen bütün başarıların en büyüğüdür
Çağımızda bilim adamları, insanın evreni tanıma ve sırlarını anlama konusundaki parlak bilimsel keşiflerini vurgularken, bilimsel olarak insanın kendisine ilişkin çok az ilerleme ve gelişme kaydedildiğini itiraf etmektedirler. Mevlana ise şu sözleri ile adeta günümüzde bilimsel keşiflerle, teknolojik oyuncaklarla başı dönmüş insanları ayaklarını yere basmaları için uyarmaktadır:
“Hırs atını yıldızlara doğru sürmüşsün. Onlara dair bilgiler elde ediyor, mesafeler ölçüyor, yeni yeni yıldızlar keşfediyorsun da kendini keşf edemiyorsun. Meleklerin secde ettikleri Adem’i tanımıyorsun.”
“Eğer sen astronomi ve yerküre ile ilgili bütün konularla ilgileniyorsan, bunların hepsinin senin hayatınla ilişkili olduğunun farkına varman gerekir. İşin gerçeği, sen, kendin köksün ve diğer bütün şeyler daldır. Kendini bilmen bütün başarıların en büyüğüdür.”
Ayrıca, « Sen kendini tanımadığından neşelenemedin, huzura kavuşamadın. Eğer kendini tanısaydın, bilseydin, bu rahatsızlık, huzursuzluk, sana bir daha gelmezdi sen bunlardan kurtulmak için başka kapı çalmazdın. »
Diyerek insanı asıl amacını izlemeye, kendisini ebedi huzura erdirecek kapıyı aramaya çağırır.
Eski bilgelerin sık vurguladığı « kendini bil ! » ifadesi, amaçlara ulaşmanın başlangıç noktasıdır. Görünüşte basit, ama uğrunda en çok çaba göstermeyi gerektiren şeydir. Onun için Mevlânâ, « bazı bilginler bilgilerin yüzlerce türünü bilir de kendini bilmez »,der.
Ayrıca, “Allah’a yemin ederim ki, sen kendini bilmiyorsun. Sen kendin sandığın gibi değilsin, kendini bulamadın.” diyerek insanın dikkatini kendine yöneltmesi ve kendi üzerinde çalışması gerektiğini vurgular. Çünkü insanın bu dünya boyutunda yaratılış gayesine uygun olarak kendi özünde gizlenmiş olan gerçeği açığa çıkarmak için uğraşması gerekir. Oysa o, hayat yolculuğunda türlü uğraşıların peşinde çoğu zaman geldiği ve döneceği asıl vatanı unutarak kendi bütünlüğünden uzaklaşmaktadır.
« Gelelim şimdi sana, kendimi yüksek işlere veriyorum, hukuk, felsefe, astronomi, tıp ve daha başka bilimler okuyorum, öğreniyorum, diye bahaneler gösteriyorsun. Unutma ki, temelde bunların hepsi senin içindir… Düşünecek olursan bütün bu parça ve buçuk şeylerin temelinde insan olduğunu anlarsın. Parça buçuklarında bunca çok ve şaşılacak haller, bilgiler, bulunursa asıl olan sende neler olacağını düşün ! Senin yemek ve uykuyla beslediğin bedeninden başka beslemen gereken başka bir hakikatin daha var. Sen ise bu yönünü unutmuş sadece bedeninle meşgulsün ! »
Mevlana insanın gerçek anlamdaki varlığı ve hakikati ile olan ilişkisinin ve uğraşısının onu dünyalık işlerinden alıkoymayacağını çarpıcı bir örnekle açıklar :
Hamile bir kadının gündelik meşguliyeti sıraında, yemek ve uyku gibi tüm hallerinde karnındaki çocuk büyür kuvvet ve duygu kazanır halbuki annenin bundan haberi yoktur. İşte insanın da o ruhu yüklenmesi bunun gibidir. [1]
Dolayısıyla insan ne ile uğraşırsa uğraşsın kendinden habersiz olmamalıdır.
Gerçek varlığınla büyük bir alemsin, makrokozmozsun
Düşünürler, “İnsan küçük âlemdir. (mikrokozmoz)” derler. Çünkü onların bilgileri, dış görünüşüne göredir. Allah dostlarının bilgileri ise, gerçekte insanın gerçek varlığına, iç yüzüne göredir. Bunun için de insanı “büyük alem” (makrokozmoz) olarak görürler. Mevlânâ Mesnevi’de,
“Görünüşte, göklerdeki yıldızlar, bizim varlığımıza, sağlığımıza sebeptir. Ama gerçekte Hakk’ıntecellisine mazhar olan varlığımız, bâtınımız, bizde bulunan manevi iç insanın, yalnız yıldızların değil, gökyüzünün bile varlık sebebi olmuştur.
Ey insan, sen görünüşte maddî varlığınla “küçük bir alemsin. Fakat manen, gerçek varlığınla “büyük bir Alemsin” diyerek bu gerçeği vurgular.
Aradığını kendi içinde ara !
Allah isteseydi, canlıların boylarını, renklerini, kilolarını aynı olarak yaratır, her şey diğerinin eşiti olurdu. Halbuki, evren Allah tarafından zıtlıklar manzumesi olarak yaratılmıştır. Hava hep sıcak olsaydı, insan soğuk kavramını algılamayacak, hep gündüz olsa, gece tarif edilemeyecekti. Her canlı aynı boyda olsaydı, kısa ve uzun kavramları temelsiz kalacaktı. Dünya hep iyilikler ile dolu olsa idi kötü tarif dışı kalacak, sıkıntı ve sorunlar olmasa, huzur ve başarı anlamını yitirecekti. Nitekim, « Renklerin kaynağı renksizliktir, barışın kaynağı savaşlardır. » ve “Hak gönül hoşluğunun zıddıyla ortaya çıkması için eziyet ve kederi yarattı” diyen Mevlana “hayatı zıtların barışı, ölümü ise zıtlar arasında savaş kopması” olarak tarif eder.
İşte bu zıtlıklar dünyasında, Allah’ın büyük bir özenle, kendi ruhundan üfleyerek yarattığı insan da zıtlıkları bünyesinde toplayarak yeryüzünü şereflendirmiştir.
“Musa da senin varlığında, Firavun da. Birbirine düşman olan bu iki kişiyi kendinde araman gerek.
Mevlana bizi burada Hz.Musa ve Firavunu ilgisiz tarihi şahsiyetler olarak değil yaşayan iç realiteler olarak görmemiz konusunda uyarmaktadır. İnsanın ilk nefis düzeyi, tıpkı kibirli, zalim bir Firavun gibidir. Ancak, kişiyi içindeki zalimi yenerek kibir ve gururdan Rabbinin mütevazi kulluğuna ve kölelikten özgürlüğe götürecek Musa da, ilahi bir inayet olarak yine insanın içindedir. O halde kişiye düşen içindeki Firavunu değil Musayı beslemek ona değer vermektir. İnsan kendisindeki bu zıt kutupları dengeleyerek insanlığını ortaya çıkaracaktır.
“Canında bir can var, o canı ara… Beden dağında bir mücevher var, o mücevherin madenini ara… A yürüyüp giden sûfî gücün yeterse ara; ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara…” diyerek Mevlânâ insana ilk yapması gereken iş olarak kendi iç dünyasının imarını önermektedir.
Demek ki doğruları bulmakta insana yardım edecek olan, önce yine insanın kendisidir. Bunun da yolu kendi iç dünyasını yeniden şekillendirmekten geçmektedir. Bunun için kişinin durumunun farkında olması ve bilinçli bir şekilde çaba göstermesi gerekmektedir.
İçinde bulunduğunuz durum kötü görüyor ya da halinizden memnun değilseniz tüm sorumluluğu üzerinize alarak işe başlamalısınız. Bundan sonra, gelişim sadece bireyseldir. İç dünyanız, hayata olan yaklaşımınız, yargılarınız ve davranışlarınız; her şey sizinle ilgilidir. Bireysel gelişiminiz; eşinize, ailenize, çocuklarınıza veya başka birine bağlı değildir. Gelişiminiz; kendi hayatınızın sorumluluğunu alabilmeye, duygularını yönetebilmeye, davranışlarını kontrol edebilmeye bağlıdır.
Sen cihanın hazinesisin, cihan ise yarım arpaya değmez
Mevlânâ bütün sözünü insana söylemiştir. Onun için insan en yüce yaratıktır. İnsan Allah’ın ruhundan üflediği, özel olarak yarattığı ve dünya üzerindeki nimetleri yararlanmasına tahsis ettiği bir varlıktır. Aşağıdaki mısraları bu düşüncesini çok güzel anlatmaktadır.
“Sen cihanın hazinesisin, cihan ise yarım arpaya değmez. Sen cihanın temelisin, cihan senin yüzünden taptazedir. »
“İnsan bir hamur teknesi boyundadır, ama, gökten de üstündür.”
“En güzel şekil olan insan şekli, aslandan da yücedir, üstündür. Düşünceye sığmaz. Bu paha biçilmez şeyin değerini söylesem, bende yanarım, duyan da yanar”.
Mevlanaya göre, insan görünüşü, cinsiyeti, kariyeri, milliyeti vs. özellikleri ile değerlendirilecek basit ve sıradan bir varlık değildir.
İnsanların içlerinde sonsuz bir alem vardır. Bir kara çadır gibi olan bedenin içine, gönlüne bu kadar çok geniş dünyalar sığdırılmıştır.
Gerçekten, her birimiz tekiz, benzersiziz. Bir benzerimiz daha yok. Bu dünyada yaşamış ve yaşamakta olan 80 milyar insan arasında birbirine tamamıyla benzeyen iki kişi yok. Bundan sonra da olmayacak. Tıpkı parmak izleri gibi. Yüce kitabımız Kur’an bir çok ayetinde sade fakat etkileyici üslubuyla insanın bireyselliği ve eşsizliğini önemle belirtir.
Ayrıca, “Sen su değilsin, toprak değilsin, başka bir şeysin sen… Balçık dünyadan dışarıdasın, yolculuktasın sen. Kalıp bir arktır, can o arkta akan bengi su; fakat sen, senliğinde kaldıkça ikisinden de haberin yoktur.” sözleriyle Mevlânâ, Allah’ın emanetini yüklenen, yeryüzünde Allah’ın halifesi olmaya lâyık görülen insanın, üstünlüklerinin farkında olmasını söyler. Aynı doğrultuda Fihi Mafih adlı eserinde: “Allah: ‘Biz hakikaten Âdemoğullarını şereflendirdik.’(İsrâ,17/70) buyuruyor; biz yeri ve göğü şereflendirdik demiyor. Allah sana pek büyük bir değer vermiştir.” buyurur.
Gördüğünüz gibi hiç sanmadığınız kadar değerlisiniz. Çünkü, sizin sahip olduğunuz bilgi birikimine, yetenek ve deneyime, bakış açısına, kişiliğe, güce sahip olan başka birisi yok bu dünyada.
Siz beden, zihin, ruh ve duyguların evi olan gönülden oluşan bir sistemsiniz. Makrokozmoz denilen evrenin bir örneğisiniz. Kapasitenizi en üst düzeyde kullanabilmeniz, bu alanların tümünde dengeli gelişme göstermenize bağlıdır. Hayatınızın bu dört alanı için de, ayrı ayrı hedefleriniz olmalıdır. Örneğin zihniniz için her hafta veya ay öğretici bir eser okuyarak, okuduklarınız üzerinde düşünmek, kelimelerin manalarının derinine inebilmek ve bunların zihninizde oluşturduğu yeni açılımların farkına varmak. Bedeniniz için ; herhangi bir spor veya yürüyüş gibi bedeni zinde tutacak aktivitelere devam etmek. Ruhunuz için ; Kuran okumak, dinlemek, ibadet etmek, dua etmek vb. Gönlünüz için zikre devam etmek, şiir okumak, tasavvuf musikisi dinlemek, güneşin doğuşunu ya da batışını seyretmek, ebru, tezhip gibi sanat dalları ile ilgilenmek vs. olabilir. Bir çoğu aynı zamanda birden fazla alana hitap eden bu örnekler ilk akla gelenler olup, daha başkalarını da siz ekleyebilirsiniz. Nasıl ki, zayıf ve sağlıksız bir beden dayanıklı verimli değilse, sağlıksız bir zihin, ruh ve gönül de üretken ve yararlı olamaz. Ancak biraz çabayla bu dört alanda da dengeli ve bütüncül bir gelişim sağlamak mümkündür.
Kese mi, içindeki para mı?
Günümüzde beden güzelliği çok önemsenmektedir. Oysa, bedenimizin güzelliği ve değeri de candan gelir: Mevlânâ aşağıdaki beyitlerde insanı, beden bakımından keseye; can bakımından ise paraya benzetmektedir. Tabiatıyla kesenin değeri içindeki paranın değeri kadardır: « Kesenin değeri içindeki altındandır. Altın yoksa kese ve cüzdan değersizdir. Bunun gibi tenin kıymeti de candan gelir. Canın değeri ise Sevgili’nin onda yansıyan ışığından. »
Gençlikte bedenin tazeliği ve güzelliği canın eseridir. Mevlânâ bununla ilgili şu benzetmeleri yapıyor:
“Demir, kıpkırmızı oldu ama gerçekte kıpkırmızı değil; o parlaklık bir ocağın verdiği iğreti bir ışıktandır. Pencere, yahut ev aydınlanırsa, aydın sanma; güneşin verdiği aydınlıktır o; bunu bil. Her kapı, her duvar: “Aydınım ben.” diyebilir. Güneş de der ki:” Ey olgunlaşmamış, ben bir batayım da senin ne olduğun ortaya çıksın. Yeşillikler: “Biz kendiliğimizden yeşerdik.” Sevinçliyiz, gülüyoruz, pek güzeliz.” derler. Yaz mevsimi de der ki:” A toplumlar, ben geçip gidince görürsünüz kendinizi.” Beden de güzelliğiyle, alımlılığıyla nazlandıkça nazlanır. Can da bedene der ki:”A çöplük, sen kimsin ki? Bir iki gün benim ışığımla yaşadın. Nazından, işvenden dünyaya sığmıyorsun; hele bekle, senden bir çıkayım da gör halini. »
İnsan için iki tür güzellik söz konusudur: Ten güzelliği, can güzelliği. Bunlardan ilkini seçme şansınız yok, ama kendinizi geliştirmek, ruhunuzu olgunlaştırmak, ahlâkınızı güzelleştirmek kendi elinizde. Ne var ki, çoğu kimsenin aklı gözündedir ve daha ziyade ten güzelliğine aldanır.
Mevlânâ iç ve dış güzelliğin arasındaki değer farkını testi ve su, sedef ve inci karşılaştırmalarıyla açıklar:
“Ne zamana kadar testinin süsüyle oyalanacaksın. Testinin süsünden geç de suyu ara. Her sedefin içinde inci bulunmaz. A canım! Sen de sedefe değil içindeki inciye bak, şekle aldanma.”
Mevlânâ ruhumuzun değerini Divan’ında şöyle ortaya koyar:”
Ben, görünüşte insanım fakat, sakın ha sakın benim bu bedenime, bu gölge varlığıma bakarak yanılma! Çünkü bu gölge varlığın ötesinde bulunan ruh, çok güzeldir, çok latiftir! Beden gibi çürüyecek, gelip geçecek değildir; sonsuzdur!”
Makrokozmoz egzersizi
Kendinizi bir bütün, bir sistem olarak tanımak için şu egzersizi deneyin.[2]
Rahat bir biçimde oturun, gevşeyin ve sonra aşağıdakileri yavaş yavaş düşünerek tekrarlayın:
Ben bir bedene sahibim: ama ben yalnızca bedenimden ibaret değilim. Bedenim sağlıklı ya da hasta, yorgun ya da enerji dolu olabilir: ancak ben etkilenmek zorunda değilim. Bedenime ruhumun taşıyıcısı olarak çok değer veriyorum. Ben bir bedene sahibim, ama ben yalnızca bedenimden ibaret değilim.
Ben duygulara sahibim; ama yalnızca duygularımdan ibaret değilim. Duygularım, yaşamımı zenginleştirmeye ve kendimi geliştirmeye yardım eder. Bir duygu bazen beni tamamen kaplayabilir; ancak ben sadece duygudan ibaret değilim. Duygularıma bir enerji ve motivasyon kaynağı olarak değer veririm. Ben duygulara sahibim; ama yalnızca duygularımdan ibaret değilim.
Ben bir zihne sahibim; ama yalnızca zihnimden ibaret değilim. Zihnim öğrenmek, keşfetmek ve kendimi ifade etmek için değerli bir araçtır. İçeriği her yeni düşünce, bilgi, deneyim ve bağlantılarla birlikte sürekli değişir ve gelişir. Ben bir zihne sahibim; ama yalnızca zihnimden ibaret değilim.
Ben bir ruha sahibim; ama yalnızca ruhumdan ibaret değilim. Ruhum bana hayat veriyor. Benim yaratıcımla bağlantımı sağlıyor. Gittikçe gelişiyor, arınıyor ve olgunlaşıyorum. Ben bir ruha sahibim; ama yalnızca ruhumdan ibaret değilim.
Yeniden ana cümlelerle onu takip edin ve Mevlânâ’ dan uyarlanan son cümleyi gözleriniz kapalı olarak tekrarlayın.
Ben bir bedene sahibim: ama ben yalnızca bedenimden ibaret değilim.
Ben duygulara sahibim; ama yalnızca duygularımdan ibaret değilim.
Ben bir zihne sahibim; ama yalnızca zihnimden ibaret değilim.
Ben bir ruha sahibim; ama yalnızca ruhumdan ibaret değilim.
Ben görünüşte maddî varlığımla “küçük bir evren, fakat manen, gerçek varlığımla “büyük bir evrenim”
Sonuç
Mevlana, « Şu Ney’in neler söylediğini can kulağı ile dinle, o ayrılıklardan şikâyet etmektedir. » sözleriyle başlayan Mesnevi’de ruhlar âleminden dünyaya gelen insana;kendini keşfedebilmesi ve tanıması için gerekli ipuçlarını, her birinin sonunda mutlaka bir hisse çıkarılması gereken hikâyelerle dile getirir.
Ayrıca; «Bu kitap masal diyene masaldır, fakat bu kitapta halini gören bu kitap vasıtasıyla kendini tanıyan da er kişidir » ve
« Ben Mesneviyi İnsanlar üzerlerinde taşısınlar,
Tekrarlayıp dursunlar diye değil,
Bu kitabı ayaklarının altına koysunlar
Ve onunla uçsunlar diye yazdım. » diyerek, özünü tanımak isteyen sonsuzluk erlerini, hem makrokozmoz hem de mikrokozmozdaki yenilenme ve gelişimin kaynağı olan aşk enerjisini harekete geçiren Mesnevi okyanusuna çağırmaktadır.
Hatice Sedef ERGÜL
[1] Osman Nuri Küçük, Fihi Ma Fih Ekseninde Mevlananın Tasavvufi Görüşleri, Rumi Yayınları, Konya, 2006, s. 87
[2] Robert Frager, Kalp, Nefis ve Ruh, Gelenek yayınları, İstanbul 2004, s.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir