Röportaj köşemizin bu haftaki konuğu Ümit Meriç hocamız. Onun için klasik bir sunuş yazısı şöyle olabilirdi: 16 Aralık 1946 tarihinde İstanbul Üsküdar‘da doğdu. Çamlıca Kız Lisesi mezunu. İstanbul Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünü bitirdi. Aynı bölüme asistan oldu. Profesörlüğe kadar yükseldi. Aynı bölümde Kurumlar Sosyolojisi Anabilim Dalı ve Bölüm Başkanı olarak görev yaptı. Bir kız çocuğu annesidir. Ancak, bunun yerine biz onun sıra dışı yaşam serüvenini, kendi eserlerinden, konuşmalarından hareketle farklı bir anlatımla paylaşmayı tercih ediyoruz.
Ümit Meriç kimdir? diye sorulduğunda, kendisi için “Yunus’un ifadesiyle “ her dem yeni doğarız bizden kim usanası” diyenlerdenim. Ümit Meriç ile her gün yeniden tanışıyorum. Çünkü donmuş kalmış bir Ümit Meriç yok, oluşmakta olan bir Ümit Meriç var”, demekte. Üniversite hocalığının ve entelektüel birikiminin gölgesine sığınarak, kendini tekrar edenlerden olmadığını, bulanmadan, donmadan akarak yaşadığı zengin ve derin deneyimleri bizlerle paylaşarak göstermektedir.
Ümit Meriç; fikirleri, görüşleri, gözlem ve öngörüleri ile bu ülke insanının fikri çıkmazda olduğu bir dönemde, insanımızın yönünü hem batıya, hem doğuya yönelterek bakış açısını genişleten, fikri bir tutuşma ve aydınlatma yaşatan, açık sözlü ve sıra dışı bir düşünür olan Cemil Meriç’in kızıdır. Annesi Fevziye Menteşoğlu ise, kendi ifadesi ile Darülfünunun son mezunlarından, Cumhuriyetin ilk çalıkuşlarındandır. Paris’i çok sevmesine rağmen kızıyla oraya gitmeyi reddederek “Ben günde beş vakit ezan sesi duymaya alışmışım. Bir ay için de olsa ezan sesi işitemeyeceğim bir yerde yaşayamam.” diyecek kadarda kültürüne ve özüne bağlı bir aydındır.
Babası gözlerini okuma ve yazma uğrunda kaybettiğinde, Ümit Meriç sekiz yaşındaydı. Tam otuz iki yıl babasının gözü oldu. Ona ciltler dolusu kitap okudu. Annesiyle beraber onun fikir dünyasını kitaplara aktardı. Ümit Meriç o yıllardan bahsederken, “tamamıyla batı düşüncesi üzerine yoğunlaşmış bir hayat yaşıyorduk” diyor. Farkında olmadan içinde büyüttüğü ruh dünyasındaki açlığı bastırmak için, fikir dünyasının kıblesini önce batıya, sonra ise doğuya çevirir. Cevdet Paşayla yönünü kültürel özümüze döndürür ve tarihimizle tanışır. Ahmet Tanpınar’la da kendi özüne dönmeye çalışır. Daha sonra bundan bahsederken “Amiel ve Tanpınar, benim giderek kararan ve hatta zifirileşen ruh dünyamda yaktığım iki mumdu. Onlar da güçleri nispetinde mağaramın oyuklarını aydınlattılar ve sonunda kibarca söndüler.” diyecektir.
Bundan sonra ruhu daraldıkça daralır. Kendisinin: Allah kimseye yaşatmasın dediği, bir ay içinde dört- beş defa tekrarlanan psiko-fizyolojik bir hal yaşar. Bu bir titreme nöbeti ile başlar. Bunun acısı tüm uzuvlarını sarar. Yine böyle bir bunalım sonrasında, içini, dışını zifiri bir karanlık kaplar. Her şey onun için anlamını yitirmiştir, canına kıymayı düşünecek kadar ileri gider. Bu niyetle balkona çıkar.
Birden gecenin ufkundan bir ses yükselir. Selamiçeşme Camii’nden sabah ezanı okunmaktadır. Bundan sonrasını kendisinden dinleyelim: “Selamiçeşme Camii’nden şerha şerha, karanlıkları yırta yırta, aydınlıkları devşire devşire gelen o sabah ezanı, kulağımı delip “can kulağıma” varan sabah ezanını ilk defa duydum. Anlamadan “bir cenin gibi şaşarak” dinledim. O sabahtan sonra ruhumun ve kulağımın duymadığı hiçbir ezan olmadı. Her şeyi denemiş, fakat bir tek namaz kılmamıştım. Kalktım yalan yanlış bir abdest aldım, ne seccadem vardı, ne de başörtüm. Mühim değil, ilk namazımı kıldım. Ve ömrümün delirmeye en yakın olduğu salisesinde, ters bir takla atarak hayata geri döndüm. Kitaplarda bulamadığım soruların cevabını secdede buluyordum.
Teneşirdeki kimliğinin, dünyadaki kimliğinden daha önemli olduğunun idrakine vardığı zamanda, başını örter ve üniversite hocalığından istifa eder. Namaza başlamasına ruhundaki büyük deprem sebep olurken, başını örtmesine ise tabiattaki deprem sebep olur. Bütün bu süreçte korkularını bir bir yener, bunalımdan tamamen kurtulur. Hatta ölüme; “hayattan daha büyük bir tecrübe ve meraklı bir seyahatin başlangıcı” olarak bakmaya başlar. Bundan sonraki süreci geçmiş tecrübelerini de kullanarak mana âleminde derinleşmeye ve kendi içindeki cenneti keşfe ayırır.
Aslında Ümit Meriç’in değişim yolculuğu; gelişim ve dönüşüm yolculuğundan ziyade bir insanın kendi özüne yapabileceği en güzel keşif örneğidir. Bunu da kendisi bir konuşmasında “ benimki öğrenilmiş bir iman değil, keşfedilmiş bir imandır.” Diyerek ifade eder.
Bir bilim insanı olarak binlerce öğrenci yetiştirmiştir. Cevdet Paşa’nın Toplum ve Devlet Görüşü, Babam Cemil Meriç, 21. Yüzyılın Eşiğinde Sosyoloji Konuşmaları, Türkiye Kanatlarınızın Altında ve Ebediyetin Huzurunda A.H.Tanpınar isimli eserleri kaleme almıştır. Hocalığı bırakırken sadece talebelerinden ayrılmak zoruna gider. Çünkü yalnız sosyoloji bölümünden değil, bütün bölümlerden onu büyük bir heyecan ve zevkle takip eden talebeleri vardır.
Şimdi ise bir gönül insanı olarak, eğitim ve hizmet halkasını daha da genişleterek, kitapları ve konferansları ile her yaş ve seviyeden insana ulaşmaktadır. “İçimdeki Cennete Yolculuk” ve “Dualar ve Aminler” kitapları onun zengin gönül bahçesinin meyveleridir.
2010 yılı içinde ise, “üstündeki elbiseler değişiyor ama İstanbul hep güzel” dediği bu büyülü şehre ilişkin, incelediği binden fazla kitapla, geçmiş zaman sosyologları olan seyyahların gözlemlerine tanıklık ettiği, “Seyyahların Aynasında Şehirlerin Sultanı İstanbul” adlı eseri yayınlanmıştır.
Evet, kültür denizinde yüzmeyi seviyorum, ama irfan sahiline çıkıp güneşlenmek şartıyla diyen sevgili hocamızın, kültürden irfana götüren söyleşisini önümüzdeki haftadan itibaren paylaşacağız. Ancak bu hafta girizgâh olarak, onun gönül bahçesinden bir demet sunmak istiyoruz.
“İnsanın bedeni acıkır da, ruhu acıkmaz olur mu? Buyurun, ibadet sofrasına…”
“Daha seccadeden ve secdeden başımı kaldırırken, hasretin içimde başlıyor. Allah’ım, aşkımı ziyadeleştir.
Bir sevgilinin boynuna atlar gibi atlıyorum secdeye, Allah’ım ne kadar lezzetli aşkın.”
“İncecik dövülmüş altın bir mahfaza içindeki bir kor gibi yanıyor kalbim. Bir yangının bu kadar zevk vereceğini denememiş olsaydım, asla bilemezdim.”
“Şimdilerde Kâbe’ye en uzak noktalarda namaz kılarak, Kâbe’nin farklı yüzlerine uzaktan selam vermenin zevkini yaşıyorum.”
“Tabutumun içinde tahayyül ettim kendimi. Dünyadan sıkılanlara tavsiye ederim. Ömür bitmiş, ahirete gidiyorsun. Ne var bavulunun içinde?”
“Meçhule açılan kapıları, duaların nurdan anahtarı ile açanlara selam olsun.”
Sevgili hocam, coşkuyla bir solukta okuduğum “İçimdeki Cennete Yolculuk” ve “Dualar ve Aminler” kitaplarınızda dile getirdiklerinizden hareketle, bu röportajda zihinlerimizde yeni açılımlar yapacak, bilinç düzeyimizi genişletecek konuları konuşmak istiyorum.
1.İçindeki cenneti keşfe çıkan bir bilim ve gönül insanı olarak, heyecan verici bu içsel yolculuğun insan için öneminden bahseder misiniz?
Bu yolculuk, bize “Şah damarımızdan daha yakın olduğunu” bir ayet-i kerimede beyan eden Rabbül Âlemine olan yakınlığımızın keşfi için çıkılan bir yolculuktur. Biz bu keşfi ömür boyunca sürdürebilmek için var kılındık. Hayat bu keşif mümkün olabilirse ve mümkün olduğu ölçüde anlamlıdır. Bu keşif yapılırsa hayatın, kâinatın bilmeceleri nasibimiz ölçüsünde anlamlarına kavuşabilir. Ve illa, yani bu yapılamazsa, Cemil Meriç’in teşbihiyle hayat bir abesler cangılına dönüşür. Allah Hz. Âdemden, kıyameti görecek olan son kuluna kadar, bütün beşeriyetin bu keşif yolculuğunu tamamlamasını ve zahirdeki cehennemden, manadaki cennete hicret etmesini nasip eylesin (Amin).
2. Entellektüel birikiminizin değişim sürecinizde kolaylaştırıcı ya da zorlaştırıcı bir etkisi oldu mu?
Entellektüel birikimim tashihe muhtaç bir kavram. Eğer bundan, Cemil Meriç’in dizinin dibinde dünyaya gözlerini açan bir kız çocuğunun, on bir bin ciltlik Fransızca bir kütüphanenin ortasındaki şaşkınlığını ve hayranlığını kastediyorsanız, bu entellektüel birikim yeni bir dünyayı keşfetmem için başlangıçta bir perde oldu. Sonradan ise itici bir güç haline geldi.
Zira zihnimdeki ve gönlümdeki soruların cevabını bulmam için, otuz yaşına kadar bu kütüphanenin bana yeteceğini zannediyordum. Otuz yaşından sonra bu kütüphane, benim için birden dilsiz kesildi. O dönemden sonra, bir zaman meslek hayatım için zaruri olan kitapları okumaya devam ettim. Ama önümde o zamana kadar hiç adım atmadığım yepyeni bir dünyanın kapıları açılıyordu. O dünyaya Kuran-ı Kerim’in Hasan Basri Çantay tarafından yazılan üç ciltlik mealini okuyarak adım attım. Elimdeki kitap o zamana kadar okuduğum bütün kitaplardan çok farklıydı. Her kitap bir okur için kaleme alınır. Ama bu kitapta bana hitap eden bir yazar değil, Cenab-ı Rabbül Aleminin ta kendisiydi. Hitab-ı İzzet’in huzurunda idim. Dolayısıyla bu zamana kadar okuduğum bütün kitaplardan farklı olarak kendimi, kendi de benim gibi kul olan bir beşerin değil, o kulları da, beni de yaratmış olan Rabbimin huzurunda hissettim. Ve kendime ömrüm boyunca, hatta ömrümden sonraki hayatımla ilgili olarak sorduğum soruların cevaplarını okudukça bulmaya başladım.
3. Bu içsel yolculuğunuza tasavvufla mı başladınız ya da başlayıp tasavvufla mı tamamladınız?
Ne tasavvufla başladım, ne de başlayıp tasavvufla bitirdim. Tasavvuf diye hayatımızın dışında ayrı bir bilgi yok. Tasavvuf bizim bir birey olarak, Allahın kulu olarak, kâinattaki muhteşem ahengin seslerini ve renklerini, bizzat biz olarak keşfimizden ibarettir. Yani var oluşun sırrını idrak süreci, bu bire bir değişim sürecine bizzat şahit olmuş olan insanların daha önce kaleme aldıkları tecrübeleri, tasavvuf düşüncesi veya tasavvufi edebiyat başlığı altında toplanabilir. Ama bu tecrübeyi yaşayan herkes bunu yazmamıştır. Meşhur hikâyeyi hatırlarsak, dağda yuvarlanarak Cenab-ı Hakka ibadet ettiğine inanan bu çobanın, suyun üzerine geldiği zaman yürüme süreci, aslında onun yaşadığı tasavvuf neşesinden kaynaklanmaktadır. Tasavvuf bir neşve ve neşedir. Rabbül alemin ile aramızdaki yetmiş bin perdenin kalkmasından, teker teker yok olmasından duyulan zevktir. İdrak zirvelerinin sıradağlar gibi birbirini izlemesidir. Dolayısıyla tasavvuf bir başlangıç da değildir, bir son da değildir, bir süreçtir. Elbette ki ben şahsen bu süreçte daha önce bu tecrübeyi yaşamış olan büyüklerin tecrübelerini, bazen okuyarak bazen dinleyerek kendimi zenginleştirdim. İsmail Habib’in Yunus Emre’sini, Muzaffer Özak’ın İrşadlarını ya da Ulu Arif Çelebi’nin Ariflerin Menkıbeleri’ni okurken, bu tecrübenin bana özgü olmadığını, bu manevi okula benden önce binlerce, milyonlarca insanın girdiğini ve bu okuldan mezun olmadığını öğrendim. Çünkü bu okulun, bu idrak aydınlanmasının başlangıcı var ve fakat sonu yok. Alıp verdiğimiz her nefesin bizi tesadüflerden, tevafuklara sevk etmesini ve bir önceki nefesimizle bir sonraki nefesimiz arasında yeni bir idrakin, yeni bir yakınlaşmanın, yeni bir kul olmanın idrakinin çiçek açmasını dilerim.
4. Bu içsel yolculuğa çıkan birçok kişi; biraz gelişme kaydedince takılıp gelişimini durdurabiliyor, bu durumdan kurtulabilmek için önerebileceğiniz pratik düşünce ve davranış modelleri var mı?
İslam’ın farzlarını yerine getirmek. Evvela namazlara çok ehemmiyet vermek lazım. Çünkü bu perdelerin kalkması için her secde bir nimettir. Yani namazlarımız namaz olmalı. Namaz tasavvufun okuludur. Namaz insanın Rabbinin huzurunda bulunduğu, Rabbiyle baş başa olduğu, Rabbiyle söyleştiği demlerdir. Bu demleri terk etmemek lazım. Secde kendi üzerimizde derinleşme vesilesidir, dolayısıyla bu manayı idrak ederek, bu dikkatle kılınmalıdır namazlar. Farz namazlar çok önemli. Ama asıl ben nafile ibadetlere çok ehemmiyet veriyorum. “ Nafilelerle ben kuluma o kadar yakınlaşırım ki, onun gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili, tutan eli, yürüyen ayağı olurum” buyuruyor Cenab-ı Zül-celal Ve’l ikram. Dolayısıyla insan, kendi kendisiyle tanışma sürecinde, farzları mutlaka dikkatli bir şekilde yerine getirmeli. Onların her birine, Allah’ın huzurunda olduğu idrakiyle eğilerek, saygı göstermeli. Ama asıl farzları bitirerek nafile ibadetlere geçmeli.
Nafile ibadetler boşa ibadetler manasına değildir. Tam tersine, nafile ibadetler farzın farzıdır. Farzdan da farzdır. Eğer kul Rabbine yakınlaşmak, dolayısıyla kendisiyle tanışmak istiyorsa, nafile namaza çok ehemmiyet vermesi gerektiğini bit-tecrübe biliyorum. Tabi her zaman yerine getirmemekle beraber, yerine getirenlere fevkalade imreniyorum. Teheccüd namazı mesela, çok büyük ehemmiyet taşır. Kuşluk namazı ehemmiyet taşır, akşam namazından sonra kılınan evvabin namazı ehemmiyet taşır. Zannediyorum kılınmamış namazların kazası da bu kategoriye girer. En azından bir pişmanlığı ifade etmiş olması bakımından Cenabı Rabbül Aleminin şefkatini celbedebilir. Namaz dinin direğidir. Hiç bir kul farz namazlardan değil, nafilelerden bile vazgeçmemelidir.
Beraberinde orucu da çok önemli buluyorum. Farz olan ramazan orucuyla yetinmemeli. Varsa oruç borçları mutlaka ödenmeli. Ve nafile oruca da mübaşeret edilmeli. Bu da insanın ölecek olan, fani olan, yiyen içen ve cinsel arzuları olan, hem kendini hem türünü devam ettirmek görevi kendisine verilmiş olan ve topraktan yaratılan bedeni ile asıl insanı insan yapan ezeli ve ebedi olan ruhunu bir birinden ayıracaktır. Oruç ölümlü tarafımızla, ölümsüz tarafımızı adeta, zeytinyağı ile su imajını kullanırım, bir birinden kesinlikle ayıracaktır. Bu idrak, yani ölümlü olan benin dışında ölümsüz olan beni keşfetmek, zaten “Ölmeden önce ölünüz” hadisine uygun olarak bizdeki ölümsüz tarafı ortaya çıkaracaktır. Zaten var oluşumuzun esrarı da, ölümsüz tarafımızın ortaya çıkmasıyla büsbütün anlaşılır hale gelecektir. Bu bakımdan ben nafile namaza ve nafile oruca fevkalade önem veriyorum. Gelişme belli bir yere kadar kaydedilip ondan sonra eğer kalınıyorsa, bence bu sebeptendir. Bu şuna benzer, spor yapanlar çok iyi bilirler. Mesela yürüyorsunuz, yürüyüş en kolay spor, ama başlangıcı çok zor gelir. Yani üçüncü-beşinci dakikada bacaklarınız ağrır, onuncu dakikada beliniz ağrır, yirminci dakikada kendinizi yorgun hissedersiniz. “Aman nereden başladım” dersiniz. Fakat ilk kırk beş dakikayı atlatırsanız, ondan sonra yürüyüşün sonu gelmesin istersiniz. Bütün sporlarda bu böyledir, yüzmede de, atletizmde de. Bunu bilen sporcular başlardaki bedenin bu direncine önem vermeyip onu iradeleri ile aşarak başarıya ulaşırlar. Bu arabanın motorunun ısınması gibi. Motor açılır ya, belli bir zaman sonra. Neden namaza başlamakta insanlar zorlanırlar? Başı zor, keyifsiz. Gündelik hayatın dışına çıkacaksın, abdest alacaksın, namaz kılacak yer bulacaksın, kim uğraşacak. Ama hani denir ya, “Kırk gün namaz kılan bir daha bırakamaz” işte o kırk gün idrak motorunun açılması ve ruhumuzun bedenimiz üzerinde zafer kazanması dönemidir. O dönemi atlattıktan sonra namaza başlayan biri bir daha namazı bırakamaz. Oruca başlayan biri bir daha orucu bırakamaz. Yani ben kendi tecrübemden biliyorum. Sekiz yüz gün ara vermeden oruç tutmuş bir insan olarak.
-Evet, hocam duyunca hayran olduk.
-Hiç hayran olunacak bir tarafı yok, çok basit. Oysa bu pek yaşanmaz olduğu için insanlar duyunca hayretler içinde kalıyor. Başladıktan sonra devamı çok kolay. Belli bir gelişme kaydeden insanın takılmasına imkân yoktur. Ama oraya kadar iradesi ile gayret etmesi gerekir.
Ben aynı şeyi zekât için de söylüyorum. İslam’ın bir farzı olarak, genelde yıllık kazancın kırkta birinin verilmesi gerekir. Hoca Efendi’nin çok sevdiğim bir tabiri var. “Bu cimri zekâtıdır” diyor. Önümüzde Hz. Ebu Bekir (r.anh) gibi bir örnek var. Hz. Ebu Bekir (r.anh) servetinin tamamını verdi İslamiyet için, Allah rızası için. Bir Müslüman kazancının dörtte birini Allah rızası için zekât olarak verebilmeli. Kalan dörtte üçü de kendine yeter. Ama böyle Ebu Bekirler günümüzde çok az olduğu için insanlar duyunca şaşırıyor. Hâlbuki veren elin alan elden üstün olduğu, Efendimiz (s.a.s.) tarafından bize müjdelenmiştir. Hatta belki terside doğru. Alan el olmasa idi, veren el ne olacaktı? Alandan çok verenin minnettar olması lazım. Zaten, size ait olan hiç bir şey yok. Paranız da size ait değil, canınız da size ait değil. Rabbül Âlemine ait her şey. Sanıyorum ki, bu para verme konusunda da, farz olan zekâttan nafile olan zekata geçmek gerekiyor.
5. “Dualar ve Aminler” kitabınızda “Namazdaki güzel kadın! Allahın huzurundasın ve esniyorsun uyan bu hab-ı gafletten!” Diyorsunuz. Hocam kendinize hitap ederek, kendinizi uyarıyor, ama aynı zamanda iltifat da ediyorsunuz. Bu ince tutumdaki manayı açabilir misiniz?
Orada kendime değil, çok sevdiğim bir arkadaşıma hitap ediyordum. Ben namazda esnemem. Daha doğrusu şöyle: ilk namazlarda esniyordum ve onu da şöyle yorumluyordum; namazda o kadar rahatlıyordum ki ruhumdaki gevşeme bedenimde esneme şeklinde tezahür ediyordu. Bir müddet sonra Rabbül Alemin karşısında böyle bir nezaketsizliğin, gaflet halinin olmaması gerektiğini idrak ettim ve bir daha asla esnemedim. Namaza yeni başlayanlarda esneme hali olur, herkes bunu hayatında tecrübe etmiştir. Cenabı Peygamberin, değil namazda esnemek, hayatı boyunca bir kere dahi esnediği görülmemiştir. O hep huzur-u Rabbül Alemindeydi, namazda olsa da olmasa da. Ama biz fani kullar zaman zaman gaflet hali bastığı için esneriz. Dervişler eskiden asla ayaklarını uzatarak uyumazlardı. Rabbül Aleminin huzurunda edebe aykırı bir davranış olduğunu bilirlerdi ve fötüs şeklinde uyurlardı, asla ayaklarını uzatmazlardı.