Doğunun zaman çizgisine bakıldığında; hem doğuyu hem de batıyı aydınlatan nice güneşlerin yani âlimlerin buradan doğduğunu görürüz. Bu peygamber varislerinin ölümlü yanları bu dünyaya veda ederken, ebedi yanları hala insanlığı ışıtmaya ve ısıtmaya devam etmektedir. Bizler de bu zirve ruhlardan; nasibimiz oranında ve kabımız genişliğinde yararlanmaya çalışmaktayız.
Bu büyük ruhlardan nasıl ki Şems Mevlana’nın üzerine doğarken, onun doğumu için kızıl şafaklar hazırladıysa; Mevlana da kendi kanatları altında başka güneşlerin doğmasına şafak hazırlamıştır. İşte bu son şafaklarda doğan zirve ruhlardan biri de 20. yüzyılda yaşamış (1873-1938) Muhammed İkbaldir.
O, Mevlana’ya olan bağlılığını ve gönül yakınlığını bir şiirinde şöyle dile getirir: “Ben bir dalgayım, parlak bir inci vücuda getirmek için onun denizine yerleşmişim.” Bir başka şiirinde de “O ateş ve hararettir, ben ise bu ateşin külüyüm.” Benzetmesini yapar.
İkbal: Pakistan’ın Pencap Eyalet’inde dünyaya gelir. Burada doğunun zengin kültürünü en ince ayrıntısına kadar öğrenir. O günleri anarken hayatında iz bırakan ve geleceğine yön veren, bütün anne babalara örnek teşkil eden şu hatırayı anlatmadan geçmez. “Üç yıl boyunca sabah namazından sonra Kuran-ı Kerim okudum ve her gün babam bıkmadan bana ne yapıyorsun? diye sordu. Ben de Kuran-ı Kerim okuyorum diye cevapladım. Bir gün babacığım üç yıldır aynı soruyu bıkmadan soruyorsun, benden aynı cevabı alıyorsun. Bunu bilerek neden sormaya devam ediyorsun dedim.” Babamdan zihnimde şimşekler çaktıran ve hala hayatıma yön vermeye devam eden şu cevabı aldım. “Kuran-ı Kerimi anlamak istiyorsan, sana indiriliyormuş gibi oku!” “İşte o günden sonra Kuran-ı anlamaya ve ona tam manasıyla yönelmeye başladım. Söylediklerim onun nurlarından aldıklarımdır. Ve şiirlerim onun incilerinden dizdiklerimdir.” der.
Bundan sonra İkbal’de doymak bilmeyen bir ilim arzusu ve öğrenme çabası oluşur. Öyle ki genç yaşında meşhur bir doğu bilimcisi olan hocası Sir Thomas Arnold’a “ bazen öğrenci hocayı daha iyi hoca yapar” demek zorunda bırakmıştır. İkbal, daha 22 yaşındayken hem Arapça hem felsefe hocası olarak görev almış, özellikle gençlerimize örnek gösterilecek zirve bir şahsiyettir. Çünkü o, gençliğe çok önem verir ve hep yakarışlarında “Allah’ım gençliğin yüreğini ilahi hüzün oklarıyla yaralat. Ve onların durgun gönüllerini harekete geçir” diye gözyaşları içinde yalvarırdı.
“Büyük bir ruhla karşılaştığınız zaman ruhunuz kendini keşfeder” diyen İkbal; Mevlana ile ruh tanışıklığından sonra kendini keşfetmiş ve aldığı modern eğitimin kendini çıkmaza soktuğu zamanlarda, O büyük ruhtan aldığı manevi güç ve çözümlerle derdine çareler bulmuştur. Bir beyitin de kendisi bunu açıkça şöyle ifade eder: “ Senin akıl ve mantığını batılıların büyüsü hasta etmiştir. Bunun şifası ve tedavisi Mevlana’nın aşk ateşinde, gönül dünyasındadır.”
İkbal 1905’de batı kültürünü yakından tanımak için İngiltere’ye gider. Cambridge Üniversitesinden yüksek lisans diploması alır. 1907’de Almanya’ya geçer Münih Üniversitesinden felsefe doktoru unvanı alır. Sonra tekrar Londra’ya döner, Siyasal Bilgiler Fakültesini hızlı bir çalışma ile bitirir. Bu arada hukuk doktorasını ve avukatlık diplomasını da alır. Bu genç dâhi bütün bu başarıları sadece üç yıla sığdırır.
Fakat o yıllar, Batıya eğitime giden birçok dindaşlarının kendi inanç ve kültüründen uzaklaşıp, özünü kaybettiği bir döneme rastlar. O, bunların tam aksine öz itibariyle yara almadan kurtulduğu gibi, Batının zayıf taraflarını görüp; kendi şahsiyetini güçlendirmiştir. Bu üç yıllık kısa bir sürede yoğun bir çalışma ile kendi düşünce ufkunu oldukça genişleterek, zihni bir farkındalık ve derinlik oluşturmuştur. Bu durumu kendisi şöyle anlatır:
“Çağdaş Avrupa kültür ve ilimlerinin ışığı özümü alamadı, gözümü kamaştırmadı. Çünkü ben, gözüme MEDİNE’NİN SÜRMESİNİ çekmiştim. Batı eğitim ve öğretim ateşinin içinde eğleştim, ama İbrahim’in, Nemrut’ un ateşinden sağ salim çıktığı gibi çıkıp kurtuldum. Asrın firavunları, hep beni avlamak için çabalayıp durdular; fakat ben onlardan korkmadım ve korkmuyorum. Zira YED-İ BEYZA’YI (Kur’an) taşıyorum. Yıldızları ele geçirdimse ve zorluklar bana boyun eğdilerse buna şaşmayın! Çünkü ben, O büyük Peygamberin (sav) kölelerindenim ki, çakıllar O’nun ayağıyla şereflenip yıldızlardan daha kıymetli oldular ve O’nun ayak izlerinden kalkan tozlar, misk kokusundan daha güzel ve çabuk etrafa koku saçtılar.”
İkbal’in düşüncesinin merkezinde insan vardır. Yazarın misyonunu uyumakta olan ruhları uyandırmak, zihinlerinde farkındalık oluşturmak ve gönüllerine dokunmak olarak görür. Kendi toplumunun insanlarını uyuşturan, batı kaynaklı ithal düşüncelere karşıdır. Ona göre insan, sadece özgürlük ikliminde gelişebilir. Çünkü kölelik her türlü yaratıcılığın ve gelişmenin önünde en büyük engeldir. O insanlığı; bilim ve gönül kanatlarını kullanarak özgürce gelişmesini amaçlayan aktif ve dinamik bir dervişliğe çağırır. Ve bu dinamik maneviyata sahip olan insanı, çarpıcı bir şekilde şöyle ifade eder.
“İNSANA SIĞABİLENE KÂİNAT, KÂİNATA SIĞAMAYANA İNSAN DERİM”
İkbal de Mevlana gibi gerçek bir özgür ruhtur. İlke insanıdır. Günümüzde Mevlana’yı taklit eden yüzlerce şair arasında ona en çok yaklaşandır. Onun düşüncelerini çağın idraki ile yorumlamış, ondan aldığı ilhamı fikirlerinin temeli yapmıştır. Sadece Hint Müslümanlarına değil tüm insanlığa hitap eder. İnsanı evrenin kalbi olarak değerlendirir. İnsanlık için tüm meselenin; hamlıktan olgunluğa yapılan yolculuğu gerçekleştirebilmek olduğunu vurgular.
Kömür ya da elmas olmak
Muhammed İkbal bir eserinde, ham ve olgun insanı mukayese için madende kömür ile elması konuşturur. Kömür, ikisinin de aslı karbon olmasına karşın kendisinin değersiz, elmasın kıymetli olmasından yakınır. Bakın elmasın cevabı ne olur:
“Ey ince düşünen ve ince gören arkadaş!
Kara toprak, pişip olgunlaşınca (alev alev yandıkça) yüzükleri süsleyen elmas olur.
O kara toprak, etrafı ile mücadele ede ede (acı çeke çeke) pişer ve taş kesilir.
Benim vücudum, bu pişkinlik (yanma) neticesinde parıl parıl hale geldi. Sinemde ne tecelliler göründü.
Sen, ham kaldığın için böyle hor hakir oldun. Vücudun yumuşak olduğu için yandın.
Korkma, gam çekme, vesveseli olma. Taş gibi pişkin ol, elmas ol!
Ölesiye çalışan, güçlüklere saldıran insan, iki dünyayı aydınlatır.
Kâbe’nin yanı başında görünen Hacer-i Esved’in aslı bir avuç topraktır.
Hâlbuki onun mertebesi Tur’dan daha yüksek olmuştur. Siyah ve kırmızı derili insanlar, gelip onu öpüyorlar.
Hayatın şerefi, sert ve dayanıklı olmaktır. Acizlik, değersizlik, pişkin ve olgun olmamaktan ileri gelir.”
İkbal de bütün büyük ruhlar gibi ince bir düşünce ve derin bir duygu dünyasına sahipti. Avrupa yolculuklarında, vaktiyle İslam Medeniyetine beşiklik eden yerleri fırsat buldukça ziyaret eder, oranın maziye karışmış halini gönül gözüyle tekrar görür ve üzülürdü. Avrupa’dan Hindistan’a dönerken Sicilya adasına uğramış ve oranın bir zamanlar İslam’la şereflendiğini ve İslam’a hizmet ettiğini hatırlayarak kendisine: “ Gözyaşıyla değil kan akıtarak ağla, işte burası İslam Medeniyetinin gömüldüğü yerdir” diyerek; yalnız gözyaşıyla değil, ruhundaki derin acı ve ızdırabları da akıtarak ağlamıştır.
Yine Avrupa’dan bir dönüşünde de “İspanya! Sen Müslüman kanının emanetini taşıyorsun! Sen gözümde harem (Kâbe) gibi tertemizsin.” dediği Endülüs’e uğrar. İslam Medeniyetinin gözde bir incisi olan Kurtuba Camii’nin önünde duygu dolu anlar yaşar. Senelerden beri minarelerinden ezanlar okunmamış, semasında Allahu Ekber nidaları yankılanmamış, içinde namaz kılınmamış, duvarları Kuran nağmelerine hasret kalmış bu cami ile mana âleminde dertleşir. Ve sonrasında zor alınan izinle kelimelere dökülemeyecek kadar anlam ve huşu dolu iki rekât namaz kılar. Bu namaz: Müslümanların elinden Endülüs alındıktan sonra kılınan ilk namazdır. İşte orada en güzel şiirlerinden biri olan “Kurtuba Camiinde” şiirini bu duygu dolu anlarda yazar.
Tam bir Mevlana aşığı olan İkbal, Mesnevi tarzındaki “Esrar-ı Hodi/ Benliğin sırları” adlı eserini Mevlana’nın rüyasındaki işareti ile Farsça yazdığını belirtmektedir. Milletimizin kültürü ve tarihi ile de yakından ilgilenen İkbal; hem acılarımızı hem de zaferlerimizi işleyen yazı ve şiirler kaleme almıştır. 1912’de Trablus harbinin patlak vermesi üzerine, Osmanlının içine çekildiği durum gönül gözünde inkişaf olur. Ve ruhu derin yaralar alır. İç dünyasını “Resulüllah’a (sav) Hediye” adlı kasidesine döker. Sonra bunu Lahor’da binlerce kişinin katıldığı bir mitingde okuyunca gözyaşı sel olur. Ve fakirliği ile bilinen bu toplum varını yoğunu ortaya kayarak Osmanlının yardımına koşar.
Hem zahiri, hem batini ilimlerde zirve bir ruh olan İkbal Türkiye’ye gelirken uçağın Türk hava sahasına girmesi ile birlikte, ayağa kalkar ve bir müddet öylece bekler. Yanındakiler neden böyle yaptığını sorunca: onlara şu manidar cevabı verir: “Bu topraklar, Hazret-i Mevlana’nın kabrinin bulunduğu mübarek topraklardır ve bu mukaddes mekânda yaşayan millet de öyle bir millettir ki, yıllarca İslam’ın muhafızlığını yapmıştır. Eğer bu Milleti olmasaydı, İslam: Arap yarım adasında hapsolurdu. Bunun içindir ki, gönlümde Hazret-i Mevlana’ya ve onun necip milletine karşı sonsuz bir saygı ve ihtiram vardır. İşte bundan dolayı, yani onlara hürmeten ayağa kalktım.” der.
“Sana mü’min insanın belirtisini söyleyeyim mi? ölüm gelince tebessüm onun dudağındadır” diyen bu büyük ruh: Lahor’da 21 Nisan 1938’de, dualarında “Ya Rabbi, her şeyimi al, şu seher vaktinin lezzetini benden alma!” diyerek ihya etmekten geri kalmadığı bir seher vakti, kazandığı sonsuz ömürle, ölümlü yanını geride bırakarak Hakka kavuşur. Bizler de onun çok sevdiği necip milletin torunları ve onun hayran olduğu mürşidi Hz. Mevlana’nın sevenleri olarak, Allame Muhammed İkbal’i bir kere daha hürmet ve dua ile anıyoruz.
Hatice Sedef Ergül
yazınızı gözyaşları içerisinde okudum
baştan sona kadar her cümlesi özelliklede ikbale ait alıntılar gönlümü titretti
ya rab bizi
seher vaktinin lezzetini duyanlardan eyle
gözüne medine sürmesi çekenlerden
yed i beyzayı taşıyanlardan eyle
yüregi ilahi hüzün oklarıyla yaralananlardan
kuran ı kerimi bizzat kendimize iniyormuş gibi okuyup anlayanlardan eyle
amin amin amin….