“Sufilik; duymak ve olmaktır” der büyüklerimiz. Fakat duymayı dışladık, olmayı erteledik, görmeye odaklandık. Sonuçta işitselliğimizi öldürdük. Hocalarımız “kelimelerin manalarına inin, sadece duyup geçmeyin” derdi. Manayı göz ardı ettik, mana incisini gönül okyanusundan çıkarmak zor geldi, kolay olanı seçtik, sadece duyduk ve geçtik. Mevlana’mız “kulağınız, gözünüz olsun” derken, bizimse duyduklarımız ten kulağından geçip, can kulağına inemiyor. Görsellik her şeyin önüne geçti, takılıp kaldık renk cümbüşüne. İnsanlığa artık her şey renkli ve görüntülü sunuluyor. Ve insan duygularına inmekten, düşünmekten ve düşündüklerini hayal etmekten uzaklaştırılıyor. Uzaklaştıkça da zihnimizi ve gönlümüzü, sunulan bu görüntüler kaplıyor. Bu renkli dünyanın içinde kaybolup gidiyoruz. Bu görüntü okyanusu, bir girdap misali bizi sürekli içine doğru çekerken, aslımızdan biraz daha uzaklaşıyoruz.
Bireyleri bu girdaba sürükleyen yazılı ve görsel basından, toplumun gözü önünde yaşanan renkli hayatlardan, reklam panolarından, tabelalardan, ışıklandırma, süsleme gibi alışveriş merkezlerinin şaşalı görüntülerinden ve bilincimizin dışında, bilinçaltımıza atılan ne olduğunu bile bilmediğimiz bir yığın görüntü ve mesajlardan, zihnimizi nasıl korur ve uyandırdıkları duyguların esaretinden nasıl kurtuluruz.
Güneşin sofrasında; günden güne eriyen bir kardan adam misali biz, bunu nasıl tersine çevirebiliriz. Tabi ki bunun için aslımıza döneriz. Döneriz de o ilk duyuşu, ilk dirilişi hatırlayıveririz. Ruhlarımız daha beden kafesine girmeden duydu. Ve işitme duyumuz; ilk kullandığımız duyu oldu. Bir soru ve onu duymayla başladı her şey. “ELESTÜ BİRABBİKÜM” hitabına uyandık ve dirildik. Daha ezelde doldurdu bu soru ruhumuzu. Ve ezelde hayran olduk bu duyuşa, bu hitaba. Bu hayranlık karşısında kendimizden geçtik, ilk duyuş, ilk şaşkınlık ve ilk AŞK. Ne diyebilirdik ki, konuşma yeteneğimizden haberimiz bile yoktu. Ve Efendimiz (sav) önderlik etti insanlığa “Belâ!” cevabıyla. Ve biz de arkadan deyiverdik “Belâ!”. Sonra da unutuverdik onu. İnsan nisyan (unutan) sahibidir dedik ve bunu çok güzel sahiplendik. Ardından anlar (zaman) nisyanla geçti.
Bir bebek, bir çiçek, bir kelebek gördük, gördük de Maşallah Rabbim ne güzel yaratmış dedik. Ve hiçbir zaman bunun ötesine geçemedik. Sadece bakmaya, renklere ve görünen güzelliğe ya da sadece kabuğa odaklandık. Tefekkürü bu sandık. Hâlbuki tefekkür; gönül bilgisiyle bizi aşina (tanış) eden bir pencereydi. Nasıl ki dünyamız evrende bir saniyede kilometrelerce mesafe alıyorsa; tanış olduğumuz her gönül bilgisi de bize mana evreninde uzun mesafeler aldırmalıydı.
Çiçeğin dilindeki Ya Bari!.. (Yaratıklarını mükemmel bir uyum içinde düzenleyen ve güzel yaratan)
Kelebeğin dilindeki Ya Rauf!..(Çok şefkatli olan)
Bebeğin dilindeki Ya Muhyi!.. (Can bağışlayan, sağlık veren)
Zikrini duyabilmeliydik. Bir saat tıkırtısı, çocuğun mızmızı, yeşimle-mavişin (muhabbet kuşları) cıvıltısı, “Elestü Bi Rabbiküm” ün tekrarı olmalıydı kulaklarımızda. Ve her yeni duyuş bize Elesti hatırlatmalıydı. Ve “Belâ!” diyebilmeliydik ve akdimizi tekrar tekrar tazelemeliydik. Her tazeleniş kendi gerçeğimiz olmalıydı. Zihnimizin ve duygularımızın kontrolünü elimize alabilmeliydik.
Duyamadık ve sonuçta hatırlayamadık. Mevlana’mız “Bişnev” diye başlıyor Mesneviye. Dinle; duy ve hatırla. Tekrar tekrar hayran ol, mest ol, o hitaba. Ve semaya kalk cevap ver ayrılığın ateşiyle yanan, şerha şerha olan yürekle Rabbine, “Belâ!..”
İlk hitap, ilk duyuş ve ilk hayranlık. Korkudan ve korkmuşluktan arındırılmış bir hayranlık. Hayranlığın ötesinde gizlidir yaratılış sırrı. Belki de hayranlığımızın derecesine göre tanış olduğumuz bir sır.
Mevlana’mız Mesnevisinde ve yaşamında hep o hatırlayışı haykırdı. Her aşık gibi, o da hayranlığına aşk dedi. Selahaddin-i Zerkub’un çekiç sesi Elestin tekrarıydı onun için, ve “Belâ!” nidası ile açtı ellerini semaya ve tekrar tekrar döndü ona. Sema onun için “Elest’i” tekrar yaşamak, yeniden dirilmek, hatırlamak ve yenilenmekti. Her hatırlayışta o sırla biraz daha tanış olmaktı.
Mevlana’mız “Belâ!” cevabı ile her şeye bütün bela, cefa, ızdırap ve kederlere de “Belâ!” dediğinin bilincinde idi. Ve bu bilinçle tüm çabası her belayı aşka çevirebilmek ve Allah’a olan gurbiyetini arttırabilmekti. Onun için her bela bir teslimiyet ve her sema bir hatırlayış oldu. Her hatırlayış aynı zamanda kendi içinde bir sığınmaydı. Aynı, çocuğun annesinin eteğine yapışıp etrafında döne döne onun merhametine, şefkatine, sevgisine, affına sığınması gibi. Bu duygunun doruk noktasını Mesnevisindeki şu beyitinde açıkça görmekteyiz.
“Annesinin kucağında ölen bir çocuk gibi,
Allah’ın rahmet kucağında ölürüm.”
Mevlana’mız; Mesnevisinde Kur’an-ı Kerim’de A’raf suresi 172. Ayetten yola çıkarak, bu konuyu günümüz literatüyle gayet anlaşılır bir şekilde ve bir bireyde farkındalık oluşturacak tarzda, hâkim ve tanık örneği ile izah eder. Öncelikle bize “Elesti” hatırlatır. Yaratan; insana tüm ruhların önünde şahitlik yaptırmıştır “Belâ!” cevabıyla. Mevlana’mız bundan hareketle insanın ilk sözleşmesini, aynı zamanda “insan olma sözleşmesini” imzaladığı gerçeğini hatırlatarak, Mesnevisinde der ki:
“Bizler, kararı açıklayan Hâkimler hâkiminin (Ahkemul Hâkimin) yeryüzündeki mahkeme koridorunda, Elestte yaptığımız bu sözleşmenin gereğini yerine getirmek amacı ile bulunmaktayız.
Mahkeme salonunda niçin suskun kalıyoruz? Biz buraya şahitlik yapmak için gelmedik mi?
Ey şahit! Daha ne kadar mahkeme salonunda tutuklu kalacaksın. Şahitliğini zamanında yap. Sen buraya itaatsizlik göstermeye değil, tanıklıkta bulunmaya geldin.
Ama sen; itaatsizliğinle, direnmenle oturdun, ağzını kapadın, elini bu yere bağladın, yapışıp kaldın (bu dünyaya bağlanıp kaldın). Ey şahit! Bu şahitlik görevini ifa etmeden bu mahkemeden nasıl çıkabilirsin?
Bu hemen yapılması gereken bir iştir. Görevini yap ve kendini kurtar, kısa bir işi kendine uzun hale getirme!
İster yüz yılda (yavaş yavaş, zamanla, zaman içinde), ister bir anda bu görevi yap ve kendini ondan kurtar.
İnsanın yeryüzündeki hayatı sırasında, ruhlar âleminde altına “Belâ” ifadesi ile imza attığı sözleşmeye uyup uymadığı, İlahi Adalet Mahkemesinde kararlaştırılacaktır.”
Kime şahitlik edeceğiz? Kurdun, kuşun, çiçeğin, böceğin kulluğuna mı, yoksa kendi kulluğumuza mı, şahitlik edeceğiz?
Şahit olduk Ya Rabbi! Ağacın kabuğunu “Ya Fettah…” (açan, çözen, her zorluğu kolaylaştıran) zikriyle kemirmeye çalışan kurtçuğun kulluğuna, Şahit olduk Ya Rabbi! Sadece senin koruman ile bir yol kenarında bir dağ başında, bir bozkırda açabilen gelinciklerin zarif dalları arkasındaki asaletine ve dilindeki “Ya Müheymin” (koruyan, gözeten) zikrine. Şahit olduk Ya Rabbi! Elestte verdiği sözü yerine getiren Ebrehe’nin fillerine ve ebabil kuşlarına. Tanık olduk başımızın üzerinde tonlarca yük taşıyan bulutların Ya Rahman zikriyle gözyaşına, birbirine karışmayan tatlı ve tuzlu suyun Ya ‘Hakîm’ (Her şeyi yerli yerinde ve eksiksiz düzenleyen) zikriyle itaatine.
Ve Sevr mağarası; zayıf bacaklarına aldırmadan, sözünde durmak için dilinde Ya Aziz! (Daima muzaffer olan) Esmasıyla ağ örerek Habib’i koruyan örümceğin çabasına… Ve daha nelere şahit olduk, nice zalimlerin zulmüne, nice fasıkların fıskına, nice hâkimlerin adaletsizliğine…
Biz tüm diğer yaratılan ruhlara şahitlik ederken, biz bize şahitlik edeceğiz. Tıpkı ayette olduğu gibi. “Belâ” deyiveren dilimiz susuverecek ve tüm beden ayağa kalkacak, kim bilir bizim nelerimize şahitlik edecek. O kadar günahın içinde, iyilik diye, güzel davranış diye yaptığımız nice şeyleri, niyetimizden dolayı bize kaybettirme Ya Rabbi!…
Mevlana; hâkim tanık sahnesinin devamında yaptığımız iyi işlerin tanıklığından bahseder.
“Ama iyi işler iyi niyetle yapılmalıdır. Başka gizli bir amaç ve çıkar güdülmemelidir” der. Yani helal malla verilmiş zekât tanık olarak gelecek, kendi malından zekât olarak verirken, nasıl başkasının malından çalabilir, hakkını yiyebilir? diyecektir.
Devamında “Ancak bu iyi ve güzel davranışlar gösteriş için yapılırsa İlahi Adalet mahkemesinde şahitliği kabul edilmeyecektir.” diye de ekler. Efendimiz (sav) mübarek sözlerinin birinde Elesteki ahdine vefa göstermeyenlerin nasıl deşifre edileceğini şöyle izah eder. “Kıyamet günü ahdine vefa göstermeyenlerin arkasında bir bayrak bulunacak ve vefasızlığı ölçüsünde o bayrak yükseltilecektir.”
Günde beş vakit ahde vefa gösterir ve her secdede o sözleşmenin altına hala imzamızı atarız da, yalnız neyi, nasıl, ne diye imzaladığımızı hatırlamayız. Her secde sanki sadece bedenin alışkanlığı. Ah!.. Bir de ona o ruhtaki ilmi ve hatırlayışı katabilsek. Ya Rab!.. Gönüllerimize vefa ehlinin güzel hallerini ve hatırlayışını ihsan et ve beş vakit “Elesti” duyur bize (amin).
Hatice Sedef ERGÜL